Derneğimizin Birinci Olağan Genel Kurulu Yapıldı
Millet Mektebi Türkçe Tedrisat ve Eskimez Yazı Talim Derneği’nin ilk Olağan Genel Kurulu 17 Receb 1445 (28 Ocak 2024) Pazar günü İstanbul’da gerçekleştirildi. İstiklal Marşı’nın asli bestesiyle okunması ile başlayan Genel Kurul’da derneğimizin hali ve gidişatı istişare edildi. Derneğimizin yönetim ve denetim kurulları teşkil edilerek oylandı. Yönetim Kurulu’na Halit Çete, Sinan Şahin, Dadaşhan Celaleddin Kavas, Evin Şahin, Fikret Demir, Atilla Topaktaş ve Ali Osman Yıldız seçildiler. Genel Kurul’da Yönetim Kurulu Başkanı Halit Çete, Başkan Yardımcısı Sinan Şahin, Yönetim Kurulu Saymanı Atilla Topaktaş, Yönetim Kurulu Sekreteri D. Celaleddin Kavas ve Yönetim Kurulu Üyesi Ali Osman Yıldız söz alarak değerlendirmelerde bulundular.

Toplantının açılışında söz alan Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Sinan Şahin derneğimizin tanıtım metnini okuyarak buradaki hususları ikrar ve teyit etti.
Millet Mektebi Türkçe Tedrisat ve Eskimez Yazı Talim Derneği, tüzüğünde ifade edildiği gibi; Türk varlığı, Türk Vatanı, Türk İstiklali ve Türk Milleti’nin hayatiyetinin merkezinde yer alan Türkçenin ve “Eskimez Yazı” olarak adlandırdığımız Türk yazısının öğrenilmesi, öğretilmesi ve bu suretle Türk hayatında tayin edici bir tesir ve güç kazanması; bununla birlikte Türk varlığının yükselişi, ahengi ve tahkimi için kültür ve sanat hayatımızın zenginleştirilmesi, sağlamlaştırılması ve pekiştirilmesi istikametinde, eğitim başta olmak üzere her türlü faaliyeti gerçekleştirmek amacı ile kurulmuştur.

Mensubiyetimiz ve aidiyetimiz Türk Milleti’ne olduğu için tuttuğumuz yol millet yoludur. Bu yolda milletimizin yıldızının parlaması için Türkçeyi aslından yazabilecek kadar mektep görmüş insanların yoldaşlığına, kendinde ve kendisi için millet olan Türk varlığına iştiyak duymaktayız. Millet hayatının yeniden neşvünema bulması için gözümüzü Türk varlığına, Türk vatanına işaret eden Türkçeye çeviriyor, Türkçe tedrisatın ve eskimez yazı taliminin vazgeçilmez olduğunu savunuyoruz. Türk Milleti’ne mensup ve ait olmakla müftehirim diyen herkesin yüzünü dönmesi gereken talim ve tedrisatın Türkçe ve Türk’e yaraşır surette olmasını arzu ediyor, bunun da birinci şartının lisanımıza yazısıyla birlikte temessük etmek olduğunu görüyoruz. Gönlünü buna daima açık tutan bizler, evvela birbirimize sahip çıkmak ve mugaddi olmak; saniyen de insanların böyle bir hayra teveccüh ettikleri vakitte onlara mukabele etmeye hazır bulunmak; Türkçe yazmaya ve okumaya niyet ettikleri takdirde sadece matbu eserlerle değil, onlara bilfiil yardımcı olabilmek; millet hayatımızın yükselişinde, ahenginde, tahkiminde bize lazım olacak birçok disiplini öğrenmeye ve öğrendiklerimizi öğretmeye matuf bir değirmeni döndürmek niyetiyle Millet Mektebi Türkçe Tedrisat ve Eskimez Yazı Talim Derneği’ni kurduk.
Millet Mektebi ismini, hep peşinde ve kararlı olduğumuz bu uyanışın hazırlığı niyetiyle, Türkçenin asli hususiyetlerine bağlılığımızın bir nişanesi olarak benimsedik. Bu yolda yalnızca Allah’tan korkmanın gönlümüzü ferah kıldığını, bu ferahlıkla nimetlenen her bir mensubumuzun yoldaşlığı ile iftihar ettiğimizi beyan ederiz.
Ardından söz alan Yönetim Kurulu Başkanı Halit Çete şunları ifade etti:
“Allah adın zikredelim evvela Vacib oldur cümle işte her kula
Allah adın her kim ol evvel ana Her işi âsân ede Allah ona
Allah adı olsa bir işin önü Her giz ebter olmaya anın sonu”
Süleyman Çelebi’nin mevlid-i şerifte zikrettiği gibi biz de işimize Allah adıyla başlamış olalım. İnşaallah işimizin önü de bu şekilde Allah adıyla bereketli olur, sonu da bereketli olur.
Bugün 17 Recep 1445 Pazar günü, miladi takvime göre 28 Ocak 2024.
Millet Mektebi Türkçe Tedrisat ve Eskimez Yazı Talim Derneği. Aslında konuşmam benim bu isimdeki kelimeleri tek tek izahtı. Ama bu biraz uzun süreceği için tahminim bu ya uzun bir makale veyahut da belli aralıklarla yazılacak makalelere kalacak. Fakat bu hususta birkaç şey söylemek istiyorum. Kurumumuz bir dernek. “Dernek” kelimesine baktığımız zaman şu an icra edeceğimiz dil ile ilgili çok önemli bir husus göze çarpıyor. Meşrutiyet döneminde, 1900’lü yıllarda yazılmış ve bizim için genelde mihenk taşı olan veyahut da müracaat kaynağı olan bir lügat var. Şemsettin Sami’nin, biliyorsunuz, Kamus-i Türki’si. Oraya baktığınız zaman “dernek” “dirnek”ten, “dirme”, “dirmek” manasından, ordan geliyor. “Dirmek” bir şeyi alelade, derme çatma, bir araya getirme manasında. Ve “Dirnek” de ve “dernek” de alelade bir araya getirme veyahut da ikinci anlamı adi bir eğlence, raks, düğün meydana getirme. Bu iki manası var. Yani burdaki, arkadaşlar, bozulmayı veyahut da sapmayı düşünün. Bu cumhuriyet öncesi lugat ve en önemli lugatlardan biri. Fakat cumhuriyet sonrası, şu anki Türk Dil Kurumunun güncel lugatına da bakıyorum, orda bu mana yok. Şu an kullandığımız kurum manası, bir araya gelinen yer manası var. Peki düğün dernek, alelade yapılan iş manası, şu anda dilimizde de mevcut olmasına rağmen, nereye gitti? Yok. Yani burdaki savrulmayı düşünün. Şu an biz kendimize alelade iş yapan bir yer ismini veriyoruz. Normalde “cemiyet” olması gerekirken biz “dirnek”teyiz. Ve dirneğin manası hususunda Şemsettin Sami bir hususa daha dikkat çekmiş: “Karga dirneği” diye bir tabir varmış. “Karga dirneği” bu da diyor ki “mecme-i esâfil”. Yani sefillerin bir araya geldiği meclis. “Sefil”, biliyorsunuz, “alçak”, “dûn” demek. Alçakların, dunların geldiği meclis karga meclisi, karga derneği. Dolayısıyla, arkadaşlar, çok mühim. Bizim iştigal ettiğimiz bu hususun ehemmiyetine vurguda bulunmak için ben buna temas ettim. Ve bu işi gerçekten esaslı yapıyor idiysek, kelimelere göre hareket ediyor idiysek, şimdi burda davul, zurna olması gerekirdi ama burda davul zurnamız yok. Çünkü “dirnek” kelimesinin aslına uygun şu an hareket etmiyoruz. Şu an esaslı bir iş yapmıyoruz ama biz cemiyet olduğuna inanıyoruz. “Kamus namustur” unutmayalım.
Lisan niye önemli arkadaşlar? Birkaç hususta müsaade ederseniz. Biliyorsunuz, ayet-i kerime var. Bismillah: ( وَ عَلَّمَ آدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا). Şu bezmi biliyorsunuz, meleklerle Allahu Teala’nın bir mükalemesi var: ( وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ ) Hani Rabbiniz, Rabbin meleklere ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti. Onlar da kan dökecek, fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın demişti. ( قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ) Ben sizin bilmediğinizi biliyorum. ( وَعَلَّمَ آدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا ) ve Adem’e tüm isimleri öğretti. Bakınız burası çok önemli. Bizim mevzumuz bu. ( وَعَلَّمَ آدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ ) Sonra onları meleklere arz etti. ( فَقَالَ أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاء إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ ) Bana bunların isimlerini söyleyin. Meleklere diyor. Onlar da ( سُبْحَانَكَ ) seni tenzih ederiz ey Rabbimiz! ( لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ ) . ( قَالَ يَاآدَمُ ) Ey Adem söyle! (أَنْبِئْهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ ) Bunların isimlerini bir söyle bakalım. ( فَلَمَّا أَنْبَأَهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ ) Burda hemen söylüyor o isimleri. (قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ ) Ben sizin bilmediğinizi bildiğimi söylememiş miydim? Sonra ( وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أ ) ve bundan sonra arkadaşlar belki de bu halifeliğin ve bu dili bilmenin, isimleri öğrenmenin bir gereği olarak, zaten halifeliğin işareti dili, isimleri bilmek; arkasında da secde geliyor. Allahu Teala bu vesileyle hazreti Adem’i meleklerin secdesine layık bir noktaya getiriyor. Bu çok önemli bir husus.
Bir ayet-i kerime daha var malumunuz: ( وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ ) Allah’ın gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olması O’nun varlığının delillerindendir. Çok mühim bir husus. Ayet-i kerimeler, bu hususlar kaynak mevzular.
Biliyorsunuz filozoflardan, Alman filozoflardan Heidegger ne diyor: “Dil varlığın evidir”. Bu hususa modern zamanda en önemli vurgulardan birini yapan şahıs.
Ve İsmet Özel’in – ki yaşayan en büyük şarimiz- dil hususunda özellikle vurguda bulunan bir şahıs olarak, dinimizle mesafemiz Türkçeyle mesafemiz ile ilgilidir diyor. Türkçenin yok olması Türkiyenin yok olmasıdır diyor; Türkler Türkçeyi bir dil şekline sokan yazılarını geri almayacaklarsa tarihden silindiklerinin tescili gecikmeyecektir diyor. Bu iş bu kadar önemli arkadaşlar. Onun için burada biz çok esaslı bir iş yapıyoruz. İnşaallah güzel işler yapacağız. Hep beraber yapacağız, sizin yoldaşlığınızla, sizin -eskilerin tabiriyle- hemrahlığıyla inşallah daha güzel olacak.
Derneğimizin gayesinin izahında, ben az önce, bahsettiğim gibi bazı kelimeleri, mesela “millet” kelimesi, “mektep” kelimesi, bunların her birinin o kadar farklı anlamları var ki, okyanusa dalıp ordan çıkaracağımız inciler bunları o kadar güzelleştirecek ki; “Türkçe” ne demek, “tedrisat” nedir? “eskimez yazı” ne? “talim” ne demek? işte “dernek” kelimesi, az önce izah ettim, vurguda bulundum; bunlar bizim, arkadaşlar, “tedrisat”, “dil”, “lisan”, “lugat” bunlar bizim iştigal sahalarımız.
Ama bir de düçar olduğumuz, hal-i pür melalimizi anlatan maalesef bazı hususlar var. Çünkü kendimize dahi artık kendi hissiyatımızı, düşüncelerimizi anlatamayacak bir hale geldik. “Dil, dilsizlik, ebkemlik”. “Ebkem” diyorlar buna, dilinin bir işe yaramaması, ebkem. Ayet-i kerimede ( صُمًّ بُكْمً عُمْیً ) “summun, bukmun, umyun” deniyor. Duymaz, konuşmaz, görmez. Bu halde. Maalesef bu duruma düçar olduk. Bu derekeye düştük yani. “Ebkemlik” ne? “Sum, samt, susma, sükut”, Farisiyle “hâmuş” mesela, “ahreslik” var, ”aciz”, “belahet” var. “Ebkemlik”, “eblehlik”le aynı manaya geliyor. Düşünün “ebleh”. “Nadanlık, acziyyet”. Bunlar da bizim maalesef, “lâl olma” var, bizim hal-i pür melâlimiz. Maalesef kendimize dahi izah edemediğimiz bir hale düştük. “da”larla, “ya”larla, “yani”lerle konuştuğumuz, yüz elli – iki yüz kelimelik bir hazneyle işi çevirdiğimiz bir derekeye düştük maalesef.
İşte hastalıklarımızdan birisi, kelimeleri tespit manasında, hepimiz onlarda buna dair bazı şeyler yakalayalım diye, bunları tespit manasında söylüyorum: “Atâlet”. En büyük sıkıntılarımızdan birisi. “Atâlet u batâlet”, “cehâlet u denâet”. Maruz olduğumuz tehlikeler ve düçar olduğumuz illetler. Bunların, bu düçar olduğumuz illetlerin ilaçları da kelime babından gidersek “azm u cezm u gayret”, “himmet u hamiyyet”, “basîret u ferâset”, “hikmet ü istikâmet” kelimeleri. Bunların hepsinin izahı var. İçinde bulunduğumuz halet-i ruhiyyemiz, çalışmamız gereken halet-i ruhiyye ne olmalı? Benim fikrime göre: “İstiklâl ve samîmiyyet”, “neşe ve letâfet”. “Neşe” içerisinde olacağız, hiç kendimizi kasmayacağız, üzülmeyeceğiz, korkmayacağız, neşeyle hareket edeceğiz ve letâfetle, incelikle, zerâfetle, bunu da sanatımızı da irtikab ederek, sanatımızı da icra ederek yapacağız. İnşaalah.
Ve maalesef bu denî halle devam edecek olursak korkarız ki ne ismimiz kalacak ne de cismimiz kalacak. Tarihte anılmayacak, belki de sadece arşivlerde ismimiz geçecek bir hale döneceğiz. Onun için dil işine ehemmiyet göstereceğiz. Eskiler dil çalışmalarında iki ilimden bahsederler, daha doğrusu ilimde iki ilim türünden bahsederler. “Ulûm-i âliye” ( علوم آلیە ) ve “ulûm-i ‘âliye” ( علوم عالیە ). Bunları eskimez yazıyla yazdığımızda daha iyi anlarız. “Ulûm-i âliye” ne? “Âlet ilimleri”. Yani vasıta. İlim tahsili için gereken vasıta bilgiler. “Ulûm-i ‘aliye” –ayn ile yazılanı- ise işte fıkıh, tefsir … diğer ilimler. “Ulûm-i âliye” ne arkadaşlar? Onları da izah edeyim. Mesela şu anda gramer dediğimiz “sarf u nahiv”. Biz şimdi bunları bileceğiz. Sarf u nahiv bileceğiz. Sarf u nahiv bilmek yetmeyecek, “belâgat” öğreneceğiz. “Belagat” nedir? Belagatin dört ilmi var arkadaşlar. Kısaca. Mesela “ilm-i fesâhet”, “ilm-i beyân”, “ilm-i meânî” ve “ilm-i bedi’”. Bu da sözün güzel söylenmesine kadar gidiyor. Kelimenin aslının söylenmesinden, sesin iştikakından tutun en bedî’, en güzel şekilde, süslü şekilde söylenmesine kadar. Ve şu an arkadaşlar maalesef bizim ne gramerimiz var, ne belagatimiz. Belagat nerde? Var mı belagat ile ilgili Türkçede bir ilmimiz. Söz en güzel nasıl söylenir? Söz sanatları nelerdir? Maalesef. Yani bırakın onu sarf nahivle ilgili, gramerle ilgili harf inkılabından sonra ve dil devriminden sonra yaklaşık onbeş yirmi sene boyunca hiçbir gramer kitabımız olmamış. Ta Tahsin Banguoğlu kırklarda yazana kadar bir şey. Orda da Türk Dil Kurumu daha sonra üç ayrı gramer kitabı çıkarmış. Üç ayrı gramer. Her birinde ayrı ıstılahlar, ayrı terimler kullanılmış. Şimdi size soruyorum. “İsmin –e hali” diye bir tabir var. Nedir ismin –e hali. Böyle bir isimlendirme olabilir mi? İsmin –e hali “mef’ûlün ileyh”tir. İsmin “-i hali”: “Mef’ûlün bih”tir bu. Bir gün ismin –e hali, bir gün bulunma hali, bir gün yönelme hali. Ne bu? Arkadaşlar gramer dediğimiz şeyde ıstılah çok önemli. Istılahlar yani terimler, kavramlar. Hepsi yok olmuş vaziyette. Bizim lise dönemimizde zamir, sıfat vardı, bildiğim kadarıyla onlarda gitmiş. Çok farklı isimler. Her üç beş senede, on senede bir isimler değişiyor. Biz bunu nasıl yapacağız? En son hukukta yapıldı. Yeni, kendi anayasamızı yazacağız, kendi kanunlarımızı kendimiz yazacağız derken hukukta da daha önce oturmuş, ta cumhuriyetin ilk dönemlerinden beri var olan kanunlardaki o ıstılahlar, onlar da değiştirildi. Maalesef onlar da yok oldu. Bunları öğreneceğiz ve gözümüzün nuru aruz var aruza geçeceğiz inşallah. Çünkü aruz, Türkçemiz aruzla kendini gösterdi.
Ve hep edebiyat tarihini okurken, tedkik ederken niye bizim bir “şehname”miz yok? diye sorardım. İranlıların Firdevsi ile yazdıkları şehnameleri var. Altmış bin beyitlik eserleri var. İran tarihini, İran’ı, İran nedir bunları izah ediyor ve coşuyor. Ve bunları da Türk hükümdarlarının hamiliğiyle, Türk hükümdarlarının verdiği desteklerle. Bizim nerde şehnamemiz? Biz şehnamenin inşacıları olmasak da en azından onu yazacakların temellerini atacağımız bir durumda olacağız inşallah. Onu en azından ümit ediyorum. Ümit etmek zor bir şey değil herhalde. “Türk Şehnamesi”.

Türkçe Tedrisat. Arkadaşlar Türkün elini, kolunu güçlendiren ne varsa hepsini ihtiva eder. “Türk”ün ne olduğu hususu, kısaca, söyleyeyim: Bizim için Türklük bir kavim, bir etnisite değil. Tarihî bir rol. İslam’ın sancaktarlığını yapmış, bir insan topluluğu. “Gelin iman edin”! diye bir çağrıya icabet etmiş insanlar topluluğu. Bunlar samimi insanlar. Hiçbir şey düşünmemişler, sadece inandıklarını yapmışlar ve bununla temayüz etmiş ve bununla yücelere çıkmışlar. “Türk” o. Tarihte Türk tabiri öyle geçiyor. Hatırlarsanız Avusturalya’da bir baskın, bir cami baskını olmuştu ve Türkleri mahvettik gibisinden bir şeyler sarf edilmişti. Müslüman demek Türk demek. Onun için biz Türk deyince aklımıza etnisite şu, bu gelmez. Veyahut Arnavut’u, Kürd’ü şunu bunu hiç birini ayrı tutmuyoruz. Kim ki ben Peygamberin davasına icabet ettim, onun için de gayret ediyorum der, o bizim için Türk’tür. Ve Türk “doğru”yu, “güzel”i, “iyi”yi yapandır; onları yapmakla müftehirdir.
Türkçe tedrisat kapsamında en başta “modernizm”i anlamamız, onunla hesaplaşmamız lazım. Yoksa hiçbir şeyi anlamadan, kimin ne yaptığına vakıf olmadan yaşayıp gideceğiz. Bu bizim aynı zamanda “ilm-i hal”imiz demektir. Halimizin, vaziyetimizin bilgisi. İlm-i hal.
“Sanatımız”. Türk milleti baştan sona, yukarıdan aşağı sanatçı bir millettir. Yani her ne kadar sancaktar, eli kılıçlıysa da diğer taraftan kalemi olan, bir taraftan da sanatı olan insan topluluğudur. Musikimiz bunun bir göstergesidir, şiirimiz bunun göstergesidir. Padişahından çobanına şair bir millet. Dünyanın hiçbir yerinde her biri bir şiir numunesi olan bu kadar türkü yakılmamıştır. Her yerde bizim türkülerimiz vardır, şarkılarımız vardır. Biz bunları da uhdemize inşallah alacağız.
Türk’ün elini, bileğini, belleğini, gönlünü, kesesini güçlendirecek ne varsa hepsini yapmamız gerek. Burada spor hocamız var. Sporla da ilgileneceğiz. Çünkü Hazreti Peygamber o zaman için ne diyor? Çocuklarınıza yüzmeyi öğretin diyor, güreşi öğretin diyor, ata binmeyi öğretin diyor. Bu nedenle bizim gençlerimizin bileğini güçlendirecek, aynı zamanda bedenini güçlendirecek ne varsa hepsini yapacağız.
Bunları yaparken mütefekkir, mahzun olacağız belki ama diğer türlü de ilimle hikmetle yapacağız, dilimizde türkümüz şarkımızla yapacağız. Yahya Kemal’in dediği gibi “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik”. O neşeyle yapacağız. Hüzünlenmeyeceğiz, hüzünlensek de korkmayacağız ve abus bir çehreye de bürünmeyeceğiz.
Fransızların dillerini, sırf dillerini korumak için ihdas ettikleri, ta 1600lü yıllarda, Hristiyan takvimine göre, ihdas ettikleri bir kurumları var: “Fransız Akademisi”. Fransızlarda biliyorsunuz devrimlerle bütün kurumlar yok ediliyor; o devrimlerde birinci cumhuriyet, imparatorluk filan; ilk başta o kapatılıyor, sonra Napolyon açıyor ve şimdiye kadar geliyor Fransız Akademisi. Bunun kırk üyesi var, kırk üyesinin de bir lakabı “ölümsüzler”. Çünkü bunlar ölene kadar üye oluyorlar kendileri çekilmedikçe. Bunların sebeb-i vücudiyeti Fransızcanın korunması. Derneğimiz, biz, Fransız Akademisi gibi akademi olalım demiyoruz ama derneğimiz bizim nazarımızda Türkçenin odağı, mihrakıdır. “Mihrak” bir şeyin yandığı, tüttüğü yerdir, ocak manasına gelir. Biz de hayırlısıyla hem öğreneceğiz hem öğreteceğiz, bu ocaktan ateş alıp başka yerlere onu taşıyacağız, başka ocakları da tüttüreceğiz, bunu “hamiyet”imizle yapacağız.
“Hamiyet” çok mübarek bir kelimedir. Tanzimat döneminin, Namık Kemal’in şiirlerinde hamiyet kelimesi, Hürriyet Kasidesinde, defalarca geçmektedir. Ama maalesef unuttuğumuz bir kelimedir. “Hamiyet” ısınma, bir şeyin çokça ısınması demektir, kor olmak demektir. Yani işin aslında “ısı” vardır. Yani ocağın ısısıyla, o ısıyla yapacağız, çalışacağız, çalışmayı temenni ediyoruz. Hamiyet’e bakarken çok güzel bir tabir yakaladım. “Hümeyyâ” diye bir tabir var. Hiç bilmediğimiz bir tabir. “Hümeyya” bir şeyin sıcaklığının en üst noktada olduğu yerdir. Bir de “hami-i hümeyyâ” var. Hami-i hümeyya da kendisini, çevresini, havzasını koruyup kollayan ve bunu o hararetle, o ateşle yapan şahıstır. Bizim de “hümeyyamız Türkçemiz ve Türkiyemiz; hami-i hümeyyamız da bizleriz”, bizler olacağız inşallah. Onu temenni ediyoruz.
Tevfik Fikret’in dediği gibi – sözü fazla uzatmayayım- “ artık yeter olsun bu denî zulm u cehalet!” Artık yeter olsun bu “denî”, bu “alçak” “zulüm” ve “cehalet”. Artık yeter olsun çünkü her taraf denâet, zulum ve cehâletle lebâleb dolu. Maalesef.
“Artık yeter olsun bu denî zulm u cehâlet
Millet yoludur hak yoludur tuttuğumuz yol
Ey hak yaşa! Ey sevgili millet yaşa, var ol!”
Teşekkür ederim, Allah’a ısmarladık.
Yönetim Kurulu Saymanı Atilla Topaktaş ise konuşmasında şunları söyledi:
Türkiye’de 1928’in bitmesine 2 ay kala yani 1 Kasım’da Latin harfleri kabul ediliyor. Latin harfleri kabul edildikten sonra şöyle bir sorun var. Düşünün, bir ülke binlerce yıldır Selçukluyu da içine dâhil ediyoruz, hatta ondan evvelini de dâhil ediyoruz Kuran harfleriyle yazıp okuyorlar. 1928 yılında Latin hurufatına geçilince bunun halk arasında nasıl yaygınlaştırılacağı ile ilgili bir şeyler yapmak gerekiyor. Onun için Millet Mektepleri kuruluyor. Millet Mektepleri 1928 ile 1935 arasında Millet Mektebi olarak anılıyor. 1935’le 1950 arasında da ismi değiştiriliyor Ulus Okulları olarak. Tabii ki Halit hocam o konuya çok girmedi. Girseydi ben sizin daha iyi bilgileneceğinizi düşünüyordum. Millet kelimesi imla kökünden bir şeyin içini doldurmak, ezberden yazdırmak gibi bir kök kelimeden türüyor. Kur’an-ı Kerim’de de kullanılan bir kelime olduğu için, en başta Kur’an’da nasıl kullanıldığına baktığımız zaman gidilen, izlenilen yol, din, şeriat manalarında yer aldığını görürüz. Biz de yüzyıllar boyu aslında bu topraklarda böyle kullanmışız bu kelimeleri. Yani demişiz ki onlar Yahudi milleti, Hristiyan milleti. Türk milleti dediğimiz zaman da Müslüman’dan başka hiçbir şey anlaşılmamıştır yüzyıllar boyunca. Onun için derneğimizin manifestosunda olsun, -belki içimizden bazıları bu kavrama yabancı olabilir ama- biz bu kavramı yani Türk kavramını kullandığımız zaman bu topraklarda İslam’ın kılıcı olmuş, İslam için var olmuş Müslümandan başka bir şey anlamıyoruz. Bütün dünyada da hep böyle anlaşılmıştır zaten. Ama 1789 Fransız Devrimi’nden sonra ulus devletler ortaya çıkıyor. Ulus kelimesi zaten ondan sonra, biliyorsunuz, batılılar derebeylik düzeninde feodal bir toplumda yaşıyorlardı, daha sonra ulus toplumuna geçtiler. Onun için Millet Mektepleri’nin adını Ulus Okulları’na çevirdiler. Mektep kelimesi zaten Arapça ketebe Arapça kökünden gelip bir şeyin yazıldığı, öğrenildiği uğraşıldığı mekân manasında. Millet kelimesi ise izlenilen, gidilen yol. Mektep kelimesi; çalışılan, yazıyla uğraşılan bir mekân. Ulus ve okul kelimeleri bunları hiçbir şekilde karşılamıyor. Yani école kelimesi de Latinceden Fransızcaya geçmiş. École kelimesi bir fikir etrafında toplananları daha çok ifade ediyor. Ulus, demin dediğimiz gibi, modern bir kelime. Ama bizim millet mektebi oldukça oturaklı yani bu topraklarda yaşayan Müslümanların okuyup yazmak için bir mekânda uğraşlarını ifade ediyor.
Millet Mektepleri’nin; 1 Kasım 1928’deki harf inkılabından tam iki ay sonra, 1 Ocak 1929’da yani yeni yıla girildiğinde resmen açılışı yapılıyor. Millet Mektepleri’nin açılışı günü yurtta Maarif Bayramı olarak kabul ediliyor. O günün Milli Eğitim Bakanı, Millet Mektepleri’nin mimarı kabul edilen, bu yolda çok gayret sarf eden Mustafa Necati Bey açılış günü apandisit nedeniyle 35 yaşında vefat ediyor. Başbakan İnönü iki ay boyunca yerine birini atamadan bizzat kuruma vekâlet ediyor
Millet Mektepleri üç çeşit olarak açılıyor, üç kısımda faaliyet vermesi düşünülüyor. Millet Mektepleri’nin biri sabit isminden de anladığımız gibi sabit bir mekânı bulunuyor; bu okul oluyor, cami oluyor, kahve oluyor orada Millet Mektebi’nin tedrisatı gerçekleştiriliyor. Diğeri seyyar, onun da isminden yine anlayacağımız gibi, Seyyar Millet Mektepleri. Bazı köyler var, buralarda bu mekânları kullanabilmek mümkün değil. Köylü çalışıyor. Onun için köylünün daha az çalıştığı işlerinin daha az yoğun olduğu Kasım ayı seçilerek orada kurslar düzenleniyor. Bunlar Seyyar Millet Mektepleri olarak kabul ediliyor. Bir de Özel Millet Mektepleri var. Üç çeşidi var. Ne dedik: sabit, seyyar, özel. Özel Millet Mektepleri de büyük işletmeler, hapishaneler, bankalar, yüksek miktarda işçi çalıştıran fabrikalar; buralarda eğitim veriliyor Latin hurufatının öğrenilmesi için. Bunlar da Özel Millet Mektepleri olarak devam ediyor
Öğrenim genelde 1 Kasım’da başlıyor. Haftada 3 gün, en az 6 saat olarak veriliyor. Bu kurslar ağırlıklı iki çeşit olarak, 4’er aylık iki kurs olarak veriliyor. Birincisine katılmak zorunlu. Yani Türk vatandaşıysanız eğer, bu memlekette yaşıyorsanız 16 ile 30 yaş, bazı kaynaklar 16 – 40 diyor, bazıları 16 – 45 diyor, zannediyorum zaman içinde bu yaşı yukarı çıkarıp aşağı çekmişler; herkes zorunlu tutuluyor. Yani siz eğer bir okulda Latin harfleri ile öğrenme imkânına sahip değilseniz 16 – 30 ya da 40 yaşındaysanız mekteplere katılma zorunluluğu var. Bu mekteplerin 1. Kursu’na katılmak zorundasınız. Burada okuyup yazma öğreneceksiniz. İkinci kısmında ise yurttaşlık bilgisi, sağlık bilgisi gibi bir takım bilgiler veriliyor. Amma velakin ikinci kısım zorunlu değil. Millet Mektebi her dönem bitirilince dönem sonunda bir imtihan yapıyor. Bu imtihanda başarı elde edenlere Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in imzası ile bir anayasa hediye ediliyor ve aynı zamanda o gün halk yayınların dan da -halk yayınları diye yayınlar var- ücretsiz faydalanması temin ediliyor. Millet Mektepleri’nde bir de özel ders alanlar var. Daha doğrusu diyor ki şahıs, “Ben özel ders alacağım, evde öğreneceğim, benim evde öğrenme imkânım var.” eğer Latin hurufatıyla evde özel ders alıyorsanız direkt olarak Millet Mektepleri’nde imtihana girme imkânınız da var. Millet Mektepleri’ne gidip imtihana girip başarılı olmanız sonucunda Millet Mektepleri tarafından belge sahibi olabiliyorsunuz, bu da kabul ediliyor. Bunun dışında haftalık Halk Mecmuası çıkartılıyor. Yani yeni bir yazı ortaya çıkmış, bu yazının canlı tutulması için Halk Mecmuası çıkartılıyor.
Bir de tabi, bu iş nasıl olacak, Millet Mektepleri’nin başında kim olacak, bu mekteplerde öğretmenlik yapanların maaşı, mekânları nasıl düzenlenecek… Bunların düzenlenmesi için bir Millet Mektepleri Talimatnamesi çıkarılıyor. Millet Mektepleri Talimatnamesi 52 maddeden oluşuyor. Bunu rahatlıkla internet ortamından bulabilirsiniz . Bu maddelerin bir kısmından bahsettik, çok fazla detaya gerek yok. Mustafa Necati Bey 11 Kasım 1928’de, yani harf inkılabı yapıldıktan on gün sonra Bakanlar Kurulu’na Millet Mektepleri Talimatnamesi’ni veriyor ve Bakanlar Kurulu kabul ediyor. 24 Kasım 1928’de resmi gazetede yayınlanıyor. Şimdi bu 24 Kasım’ı daha çok ilkokulda çocukları olan hanımlar bilirler. Özellikle öğretmene ne hediye alacağız diye bir telaş başlıyor. Sınıf anneleri geliyor, şunu mu bunu mu yapalım diye… 24 Kasım 1981 tarihinde Öğretmenler Günü kabul ediliyor. Bu 24 Kasım Millet Mektepleri Talimatnamesi’nin resmi olarak yürürlüğe girdiği tarih. Onun dışında yönetmelikle ilgili dikkat çekici, 16-30 yaş kısmını belirttim, Millet Mektepleri’nde ayrıyeten Kur’an hurufatıyla okuyup yazma bilenlere iki aylık kurs yeterli görülüyor. Çünkü Kur’an harfleri ile okuyup yazan insanlar iki ay içerisinde Latin harfleriyle de okuyup yazabiliyorlar. Dolayısıyla Kur’an harflerini bilmeyenler dört ay daha devam etmek zorundalar. Dört ayın sonunda başaramamışlarsa yeniden bir dört ay devam etmek zorundalar. Talimatname’nin 52 maddesinden ilgi çekici olan bir tanesi de, hapishanelerde 6 aydan fazla hüküm giyen biri varsa ve okuma yazma öğrenmeden hapishaneden çıkarsa hapishane müdürü sorumlu tutulurdu.
Bunun dışında istatiksel bilgilere çok fazla girmeyeceğim. İstatistikler beni her zaman rahatsız ediyor. Yani karşımda birisi rakamlarla bir şey anlatmaya kalktığı zaman, örneğin yüzde böyle olmuş yüzde şöyle olmuş, onun oranı bu, falan dediği zaman rahatsız ediyor. Neden rahatsız ediyor? Çünkü 30 yıl önce biz istatistikle ilgili ders okurken bunun bir bilim olup olmadığı tartışılırdı. Fakat şu anda matematik kesinlikle insanlar açısından tartışılmaz bir şey. 2 kere 2 eşittir 4 eder. Bunun kadar yalın, gerçek ve inanılmaz bir şey yoktur. Dolayısıyla rakamlarla konuştuğumuz zaman insanlar inanıyorlar. Fakat benim şahsi kanaatim, biri bana rakamlarla bir şey anlatmaya kalkıştığı zaman bu adam bana nasıl bir yalan söylüyor diye düşünüyorum. Basit misal vereyim. Rakamlar gerçek olmayacak şekilde, istatistik olarak bir şey söyleyip bitireyim. Diyelim ki Millet Mektepleri’nden önce 50 kişi Latin hurufatıyla okuma biliyordu. Millet Mektepleri açıldı ve 250 kişi öğrendi. Şimdi bunu istatiksel olarak bize Millet Mektepleri’nin çok başarılı sonuç verdiğini anlatmak için karşımızdaki adam şöyle diyecek: Millet Mektepleri öncesi ve sonrasında % 500 başarı elde ettik. Ama o zaman için aşağı yukarı 13 milyonluk bir Türkiye’de okuma yazma sayısının 50 kişiden 250 kişiye çıkması büyük bir başarı değil. Bu rakamları ben uydurdum. O gün için istatistiklerin çok net bir şekilde tutulduğunu düşünmüyorum. Yani şöyle sözler vardır, belki duymuşsunuzdur: yalan üç türlüdür yalanlar, kahrolası yalanlar, istatistikler… Ya da yalan söylemek istiyorsan ya doğruyu söyleme ya da istatiksel bir şeyler söyle. Bu yüzden istatistikleri almadık. Bize ilham olan Millet Mektepleri böyle. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Yönetim Kurulu Üyesi Ali Osman Yıldız ise konuşmasında şunları söyledi:
Dünya, artık ihmalkâr gözle okunan bir kitap gibi. Bu sebeple odalar dolusu yaşanmışlıklara rağmen biçilmiş ot gibiyiz. Puslu, çapraşık ve koklanmamış. Aklın fizik, matematik ve kimya ile doğaya galebe çaldığı vehmi, insanlığı bir kurgular dünyasına bırakarak çürümeye terk etmiş. Vehmin hülyalarında, kaybolmuş olan insan bu iğrenç kokuşmuşluğun şafağına bir türlü dirilemiyor ve gün geçtikçe o çürümüşlüğe gömülerek gözden kayboluyor. Kaybolmamak mümkün mü?
NERDESİN
Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim ürpermeyle dolar:-Nerdesin?
Arıyorum yıllar var ki ben onu,
Âşıkıyım beni çağıran bu sesin.
Gün olur sürüyüp beni derbeder,
Bu ses rüzgârlara karışır gider.
Gün olur peşimden yürür beraber,
Ansızın haykırır bana:-Nerdesin?
Bütün sevgileri atıp içimden,
Varlığımı yalnız ona verdim ben.
Elverir ki bir gün bana, derinden,
Ta derinden, bir gün bana “Gel” desin.
Ahmet Kutsi TECER
Dil, bize şiirde kurulmuş olan dünyanın, açığa çıkması ve görünmeye gelenin adlandırılması, insanlar arasında bir yer kazanmasını ifade eder. Şiir anlamın tüketilemez ve temsile indirgenemez olmasını sağlar. Şiir, bilimin aksine insanı nesneleştirmiyor ya da ona dışsal bilgiler vererek varoluşsal durumundan uzaklaştırmıyor. Şiir, insana kendi içinden, kendisine ait durumu hakkında bilgi veriyor. İnsan doğal canlılardan farklı olarak varoluşunu anlamlandırmak zorunda. Çünkü bir taraftan kendi hâkimiyeti altında olmayan şartlara atılmış olması, diğer yandan bir seçim yapma vasfına sahip olarak istek ve arzularını öncelemesi, onun var oluşunun trajikliğini gösterir. İşte şiir, insanın varoluşunun temel şekli olan bu trajikliği ifade etmenin bir yolu. Gerek varoluşsal yapımız içerisinde, gerekse de toplumsal yapı içerisinde ihtiyaç duyduğumuz bütünleşme duygusundan hareketle şiire yöneliriz. Bu durumu biz, toplumun mayası olmuş kahramanlık hikâyelerinde ya da toplumun seciyelerini öven İstiklal şiirlerinde fark ediyoruz. Bu şiirler, insana bütünlük duygusu katarak topluma aidiyetini sağlıyor. Varlık, daha önceden bilinecek sabit durağan bir şey değil. Çünkü varlık ve insan, birbirlerine karşılıklı olarak açtıkları bir açıklıkla bir araya gelebilirler ancak.
PARAMPARÇA
Ağaç bütün
Meyve bütün
Işık bütün
Benim dünyam paramparça.
Bir büyük ayna kırılmış
Kırılıp yere dökülmüş
Kâinat içine düşmüş
Düşmüş ama paramparça.
Yaprak yaprak yapıştırdım
Diyar diyar dolaştırdım
Bir alevdir tutuşturdum
Yandım amma paramparça
Bedri Rahmi Eyüboğlu
Şiir, seçicidir. O dili seçtiği gibi, olayları, hatta kişileri de seçiyor. Şiir, gelecekle geçmişi bir şimdide birbirine bağlar. Yazımız elimizde olduğu zamanlarda, dilimizin bize sağladığı zihni berraklığa sahipken. Vahyin kavramlara kattığı can ile kavramlar, misal “Merhamet” belirli bir kişinin, kurumun, ideolojinin tekelinde nihayetlenmiyordu. Çünkü merhametli olan Allah’dı. Bir bahçe, rengârenk yeşillikleri, berrak sularıyla ve türlü türlü meyveleriyle, belirli bir zihni kalıbın tekeline bırakılmıyordu. Çünkü ulvi bir zemine çekilmişti, cennetti. Yağmur, bilimin belirlemiş olduğu bir devinim halinde dönen kısır bir döngü değildi, Mikail vardı çünkü. Melekler vardı. Hesapların bize imkânsız kıldığını, imkân dâhiline çeken. Dualarımız vardı. Bizi, tüm çıkmazlardan çıkaran. Çizgisel değildi bizim için mesela zaman. İdeal olan geçmişteydi, bize göre. Geçmiş dediğimiz, kalubelada verdiğimiz sözü yaşıyorduk, şimdi dediğimizde. Öyle bir dil bahşedilmişti ki bize tüm silahları tesirsiz bırakıyordu, tüm ölümleri. Duamız bu dile rücu etmek. Geçmiş ve gelecek ayrımı üzerinden uygulanacak dayatmaları tesirsiz bırakacak bir rücûdan bahsediyorum size, bize ait olana rücu etmekten ama sünnet-i seniyyeye uygun olarak. Çünkü o döndüğü zaman vücudunun tamamı dönerdi.
UYAN
Hadi Uyan
Gün ışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
Seher yeline uyup kuşlar tüneğinden uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin
Hadi uyan
Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın
İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine
Yoksul olsan da uyan
Garip olsan da uyan
Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için
Madem ki iyisin, iyiliği yaşatmak için
Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için
Hadi uyan
Denizi dinle yaşamak desin
Toprağı dinle barışmak desin
Göğü dinle sevişmek desin
Bir plak konmuş gibi gramofona
İşte aşk işte özlem işte savaşmak gücü
Uyan diyor uyansana
Hadi uyan
Sevdiğim uyan
N’olur uyan
Metin Eloğlu
Yönetim Kurulu Sekreteri Dadaşhan Celaleddin Kavas ise derneğin mali ve hukuki durumuna dair bilgilendirme yaptıktan sonra konuşmasını şu sözlerle tamamladı:
“Çıktım erik dalına / Anda yedim üzümü / Bostan ıssı kakıyub / Der ne yersin kozumu” Yunus Emre’nin bu şathiyesi için tasavvufi sahada izahlar, şerhler yazılmış, söylenmiş. Ancak bunlarla daraltmadan, meseleyi şöyle, harcıalem denebilecek bir şekilde ele almak da mümkün: Hepimiz hayatımızda muhtelif niyetler ve ümitlerle birtakım teşebbüslerde bulunuruz. Ve attığımız adımın bizi beklediğimizden, umduğumuzdan çok farklı bir yola götürdüğüne şahit oluruz. Bunu hepimiz yaşamışızdır. Erik dalına çıkmışızdır ancak bir de bakarız ki nasibimizde üzüm varmış. Erik dalında bizi hangi nasibin beklediği bizler için gayba dairdir. Ve hiç kimse nasibinde olanı almadan bu dünyadan göçmez. Bizlerin gaybı hesaplayarak hareket etmeye ne kudretimiz var, ne de böyle bir cürete mezunuz. Ancak işin bir başka yanı daha var. İşin sonunda bostan sahibi bize yediğimizin aslında ceviz olduğunu haber verecek. Yani bu hayatta muhatap olduğumuz nimetin hakikatinin ne olduğunu ne biz bilebiliriz, ne de başkaları. Dolayısıyla üzüm yediğimize sevinmek de, “neden erik yiyemedim” diye yerinmek de beyhude. Temennimiz bostan sahibinin bize sevindirici bir haber işittirmesidir.
